Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORTADOĞU'DA BİR FİDAN  

          Filistin'in güzel bir bölgesidir Gazze. İsrail işgalinden bu tarafa sürekli sorun yaşamaktaydı Filistin. Bir yanı savaşta iken diğer tarafı baskıda idi Filistin'in. Filistin devrimin simgesi olmuştur Ortadoğu topraklarına. İşgalin ve direnişin simgesi olan bu topraklarda bir çok can yitip gitmiş ve yitip gitmeye devam etmekte idi. Abbas'ta bu coğrafyanın bir delikanlısı idi. Gazze üzerinde her an bombaların patladığı yada ailelerin baskın ile dağıtıldığı bir bölgedir. Şanslı iseniz hayatta kalabilirsiniz değil iseniz her an ölümle sözlüsünüz demektir. Yıllarca bu bölgeler FKÖ 'nün hakim olduğu alanlardı. Sonrasında ise Hamas'ın hakimiyetine geçmiştir. Abbas yıllarca FKÖ'de yer almış ve ardından Hamas tarafına geçmiş ve direnişte bulunmuştur. Fakat Abbas bilinçli bir direnişçi olmamış bölgenin değişen durumuna göre yaşı gereği uymaya çalışmıştır. Abbas sürekli sorgulayan ve bulundukları durumu eleştiren, bazen de bundan sert karşılık gören bir çocuktu. Zeki idi ama zekası hiç bir işine yaramamaktaydı. Çünkü baskı ve zulüm bütün zekasını boşa harcamasına sebep olmakta idi. Bu coğrafyada bire çok zeki çocuğun kaderi değilmiydi zekalarının boşa harcanması. Aşklar aşk gibi yaşanmaz, okullar okul gibi okunmaz, hatta aileler aile olarak sevilmez, sevilemez. Ne zaman birine bağlılık duysan ellerinden akar gider. Kısa vadeli tedirginlik sevdalar kime olur ise olsun değerli olur, bilinir ki her an bütün sevda yok olabilir ve her şey bittiğinde geride sadece hüzün olur acı dolar yürekler. Bu acılı zamanlara kadar mutluluk hakkı değil midir insanın.
          Abbas otuzuna yeni girmiş ve Filistin hakkında fazlası ile düşüncelere dalmıştı. Bu ülkenin bir an evvel kurtuluşa ermesi yada topraklarında hayat sürecekleri kadar bölgenin bağımsızlığa ulaşması gerekmekte idi. Sadece Filistin'de değil dünyada halklar baskıdan kurtulmalı ve kendilerine göre huzurlu hayatlar sürme imkanlarına kavuşmalı idi. Abbas sadece kendi bölgesini düşünmüyor, dünyada huzura erebilecekleri bir hayali düşünüyordu. İlk olarak yanlışlardan gitmek gerekirdi. Neden bu kadar acı reva görülüyordu kendilerine. İlahi bir adalet yok muydu? Küçüklüğünden beri inançlı yetişmiş ve dirençli düşünceler ile yoğrulmuştu. Sorgulayana kadar her şey o kadar kolaydı ki yaşar ise mücadeleye devam eder, ölür ise cennete gidecek hayalleri ile huzurunu bozmazdı. Sorgulamaya başladığından beri bir şeyler ters gidiyordu hayatında ve anlamsızlık kaplıyordu yüreğini. Nedenler ve nasıllar içerisinde boğuluyor, boğuldukça keşke hiç sorgulamasaydım da acılar içerisinde mutlu olabilseydim diye düşünmeden kendisini alamıyordu. Sorgulamak acıları hissetmesine neden olmuştu. Tarih derslerine ağırlık veriyor, ülkeler tarihini inceliyor, buralardan yola çıkarak geçmişten günümüze baskı toplumlarını inceliyordu. Afrika ve Ortadoğu'nun makus talihi çok öncelere dayanıyor, halkların acısı bir türlü değişmiyordu. Neden? Çünkü insanoğlu parayı bulduktan sonra nasıl kullanacağını öğrenememiş ama çok güzel köle olmuştu. Para için insan vahşi hayvanlardan bile daha vahşi olabilmekteydi. Vahşi hayvanlar acıkmadıkları, korkmadıkları yada kendi alanlarına açık saldırı hissetmedikleri zaman vahşileşmezler, saldırmazlar. İnsan öyle mi? Her türlü saldırı için bahanesi hazırdır ve bu bahaneler muhakkak bir menfaate dayanmaktadır. Bu coğrafyaların da en acı yanı hepsinde yer altında değerli madenleri ve yer üstünde bu madenler için öldürülmeye hazır milyonları barındırması idi.
          Abbas her gece kendi kendisine konuşur olmuştu. Sorguladıkça daha karanlık düşünceler sarar olmuştu etrafını. Neden bu coğrafyanın çocukları okumuyor, okusa da düşünemiyor, düşünse de hep aynı tek düzelikte kalıyor ve neden bu coğrafyada insan neden sadece biz diye sormuyor? Diyerek kendi kendisine konuşmalar ile zaman geçirdikçe daha az uyumaya ve dış dünyadan umutlarını yitirmeye başlıyordu. Önceden ne güzeldi, yaratan yardımını esirgemeyecek ve dualar ile açılan diller Rabbı insanlığa yardım için çağıracaktı. Kimsesizlerin kimsesizi kimsesizlere destek olacaktı. Lakin her geçen gün bir parçasını yitiriyordu bu coğrafyadakiler ve her geçen gün ümitler birer birer yok oluyordu. Gelecek karanlıktaydı. Ana, baba ve kardeşlerini bir cani bomba ile kaybettiği günden bu tarafa Abbas her şeyi daha derinden düşünmekte idi. Çünkü gördüğü en dürüst inançlılardandı ailesi.
-Ailem o kadar inandı, her zaman insanlar için iyi düşündü, düşmanımıza bile insaf edenlerdendi. Neden bu son onlara reva görüldü? İsrail ile yıllar yılı savaş halindeyiz oysa İsrailliler değil miydi Almanya tarafından kıyıma uğrayanlar? Neden onca zulümü görenler bize aynı zulmü reva görmekteydi? İsraillilerin Ortadoğu gibi bir girdapta ne işi vardı? Dünya onları bir zulümden kurtarıp başka bir çukura neden attılar? Neden İslam coğrafyası yada Afrikalı kardeşlerimiz hep geri kalmış toprakları oluşturmaktaydı? Avrupalılar bizlerden daha mı akıllılar? Oysa insan aklı ile bireysel yada toplum olarak aynı değil midir? Sohbetlerde bütün arkadaşlarım akıllıdır. Hepsi ile sohbetlerde neyin ne olduğunu biliyorlar. Emperyalizm, silah sanayisi, petrol devleri. Bütün hepsi hakkında yorum yapabiliyoruz. Bu coğrafyalarda liderlerin ezici güçlere köleleştiğini biliyor, askeri gücün içerisinde bile dış istihbarat elemanların olduğunu görüyoruz. Terör yapılarının dışardan hareket ettirildiğine şahit oluyoruz. Silahların bizlere sunulduğunu sonrada bu silahlar ile bizleri terör grubu olarak lanse ettiklerini ardından da öldürülmemiz için meşruiyetin doğurulduğunu anlıyoruz. Oysa bizler sadece kendimizi savunmak zorundayız. Devlet ve dünya da bizleri ara ara savunmada bulunan azınlık, ara arada terörist olarak gösterme çabasındadır. Biliyoruz ki buralarda Kaos olmaz ise hiç bir şey meşru yürütülemez. Silah satışı, yeni silah üretimi, ucuz petrol, deney ilaçları, kaçakçılık ve insan pazarı. İşte bizler bu pazara sunulan piyonlarız. Dünya bizim üzerimizden para kazanıyor ve yine bizlere bu döngü için imkan sağlıyor. Bizlere önderlik edenler bile bu döngüde bizleri kullananlardan oluşuyor. Çünkü bizler ölüyor, açlık çekiyor ve zulme uğruyoruz ama en yoksulumuzun bulunduğu yerde bile kral hayatı yaşayan liderler çıkıyor. Halk yoklukta iken varlığı bu hırsız sürüsü nereden buluyor? En önemlisi bu coğrafyalarda o kadar ölüm oluyor ama bu halkların önderleri olarak görülenler halen hayatta ve bütün imkanlardan yararlanabiliyorlar. Rusya Komünizmden vaz geçti ama bir anda sokaklarda soğuktan, açlıktan ölenler barındırır iken diğer yandan da jet sosyete olan insanlar türediler. Nasıl olabilir böyle bir şey eşit haklara sahip halklar bir anda servet paylaşımında bu kadar adaletsizliğe nasıl geçebilir. Aklım almıyor bu dünya düzenini. Bu kadar güçlü yapıyı kimler yönetiyor? Kimler bu işin döngüsünü kuruyor? Bu yapının tepesindekilere nasıl oluyor da kimseler dokunmuyor ve bu kısır döngü devamlılığını sağlıyor? Bildiğim bir şey var ise bizlerin topraklarına isim verebilecek kadar güçlü şirketler bu coğrafyaların kaderini belirleyenlerdir. Araştırmalarım doğrultusunda bizler silahla, baskı ile boyunduruk altında isek dünyanın diğer yerlerinde yaşayan bütün halklar başka şekilde emir altındalar ve kimisi bundan bile habersizler. En güçlü dediğimiz Amerika'da bile bizim nüfusumuzdan fazla yoksul bulunmakta. Dünyanın bizler gibi çaresiz insanlara ve yoksullara ihtiyacı var elbette. Öldürülmesi gereken, çevreye otorite için baskıya uğraması gereken halklar şarttır sisteme. Ne kadar lanet bir dünyada yaşıyoruz.
          Abbas kendi içerisinde barındırdığı düşünceleri yine kendisi ile konuşarak dışa dökmektedir. Kimselerle bu kadar detaylı konuşamıyor, konuşmaya kalksa bile deli yaftası yiyordu. Çevresi deli diye itham ettikçe acaba deli miyim düşünceleri de geçmiyor değildi aklından. Abbas sadece sistemleri eleştirmekle kalmıyor üstüne insanların hareketlerinden davranışlarından yola çıkarak bireyleri de eleştiriyordu. İsrail tarafına da kontrollü geçişlerinde onların bakışlarını da irdeliyor aslında bir çoğunun göründüğü gibi olmadığı, onların içerisinde de kendileri için iyi düşünen insanlar olduğunu fark ediyordu. O zaman bu ayrışma sadece birilerine yaradığı için devam ettirilmeli diyordu.
-İnsanlar neden bir birlerine bu kadar acımasızlar? Dün ezilen bu gün ezme taraftarı. Bizim içimizde de ezilmişliğimize rağmen az bir imkan bulan diğerlerini ezmeye çalışmakta. Daha güçlü yada imkanlı olan zayıfı ezme çabasına girmiş. Aslında kimse kimseye üzülmüyor. Dünya kanunu diyor geçiyorlar. Eşitlik, adalet, kardeşlik sadece hikayeden ibaret. Birisi diğerinin varlıklı olduğunu istemiyor. Hep benciler çıkıyor ortaya. Oysa hani acılar bir toplumu tamamen birleştirirdi. İçimizde yok mu bizleri satışa çıkartan. Aynı Amerikan yerlilerinin içinden Batılılar ile birleşip kendi ırkını katledenler gibi. Yahudiler içinden çıkmadı mı Yahudileri öldürtenler. Tıpkı Almanlarda olduğu şekilde. Her yer hainini barındırır iken iyisini de barındırıyor. İsrailliler içerisinde bizleri canavar olarak gören körler olduğu gibi bizleri düşünenlerde var. Bizlerde savaş halinde olmasaydık aynı mı olurduk diye soramıyorum bile çünkü aynı yapıyı savunurduk.
          Abbas içinden çıkılamayacak soruları soruyor yanıtlama çabasına giriyordu. Her soru beyninde depremler yaratırken aynı zamanda yanıtları da ayrı vurgunu çökertiyordu üzerine. Ne yapılabilirdi ki? Hiç bir şey. Koca bir hiç. Boşu boşuna ölüyorlar, boşu boşuna mücadele veriyorlar. Her şey sistemli bir kısır döngüden ibaretti sadece. Ve bu coğrafyanın insanı aptal değildi. Biliyorlardı her şeyi. Çare bulamadıkları için ilahi adalete sarılıyor ve ilahi adaletten medet umuyorlardı ve o çare hiç bir zaman gelmeyecekti. İşte çaresizlik, zor koşullarda bulunmak ve maddi kısıtlılık insanları ister istemez cehalete sürüklemekte, cehalete sürüklendikçe umutlar kaybolmasın diye Tanrıya sığınılmakta. Sokakta yatan insana bilimden bahsedebilir missin? Bahsetsen bilim ona ne sağlayacak ki? Matematik dehası olmaktansa o gün karnını doyurmak daha büyük nimet değil mi? İşte çaresizlik ve neticesi. Bu coğrafyaların kaderi de savaşlar devam ettiği sürece ölümle koyun koyuna cehalet olacaktır. Cehalet arttıkça insan mutlu olabiliyor ve bu mutluluk arttıkça toplumu sarıyor sonra herkes cehaletten medet umuyor. İşte Ortadoğu ve İslam coğrafyası. Diye düşünerek tek çarenin ölüm olduğu kanaatine varır. Ailesinin mirası olan silahı yatağının altından alır ve hiç bir şey yapamasa da yangına su taşıyan karınca misali en azından damla taşırım diyerek düşmanına kurşun sıkmaya karar verir. Halklar sistemin eziciliği altında ise bu sistemle baş edemeyeceğini ve asıl suçluyu bulamayacağını bilir ama görünen düşmanı tanımaktadır. Ailesini elinden alan İsrail'di. İsrail askerini bile öldürse içindeki yangını söndürebilirdi.
          Silahı ile İsrail askerlerinin olduğu yere yaklaştı. İki el ateş ettikten sonra karşı mevziden art arda ateş açıldı. Abbas iki askeri yaralamış ama kendisi de delik deşik olmuştu. Gözlerini ölüm uykusuna mutlulukla yumuyordu.
-Bekle beni anam, bekle beni babam, bekleyin beni kardeşlerim sizlere, huzura geliyorum...
Diyerek dünyaya veda etmişti. Ertesi gün haberlerde ve gazetelerde Abbas'ın hikayesi iki satırda özetlenmişti.
''Devlete baş kaldıran terörist öldürüldü...''
Yazar:Mitra

TOPRAK...
          Almanya çok uzaktı memlekete ve her geçen gün hasreti artırıyordu. Cihan yıllr evvel ayrıldığı köyünü özlüyordu. Köyün güzel anıları unutulmayacak hatıraları vardı. Köyden gurbete geldiğinde henüz on dört yaşında olan Cihan, köyünü hayal meyal hatırlıyor ama orada yaşadıkları bir türlü aklından çıkmıyordu. Çocukluk hayalleri insana daha bir cazip gelir ve yeni düzeninde yaşadığı olumsuzluklar ile derhal eskilerden medet umuyordu. Cihan, dedesi ve nenesini hep özlem ile anıyordu, öldükleri haberini aldıklarında ailesi kendisini götürmemişti ve her daim bundan dolayı pişmanlık duyuyordu. Köy hayatı ne kadar güzeldi. Malları yaymaya çıkar arkadaşları ile çayırlarda, derelerde, tepelerde gezerlerdi. Sabah kahvaltısında sofraya gelen taze kahvaltılıkların tadını başka hiç bir şeyde bulamazdı. Soba yandığı zaman üzerinde ekmeği gevretip tereyağı ile yemesi öyle hoş olurdu ki akşam sefalarını dört gözle beklerdi. Köydeki arkadaşları ne yapıyorlardı acaba? Merak merak üstüne geliyor gizli bir güç adeta çekiyordu kendisini memlekete doğru. Şehir hayatı özellikle de yabancı bir şehrin bilinmez hayatı Cihana itici gelmeye başlamıştı ve her geçen gün boğulduğunu hissediyordu. Tez vakitte kurtulmalı buralardan ve köy hayatına dönmeliydi. Ülkesinde de şehirde kalmak gibi bir düşüncesi olmadı hiç bir zaman.
          Cihan Almanya'ya geldikten sonra burada okuluna devam etmiş, anası ve babasının yanında büyümüş okulunu burada bitirmişti. İş hayatında da hep iyi yerlerde olmuş kendisini geliştirmişti. Elektrik-Elektronik Mühendisi idi, alanında çok iyi başarılar sağlamış ve haberleşme alanlarında çok ileri teknolojiler kurmuştu. İş konusunda, maddi olanaklar konusunda hiç bir eksiği yoktu. Almanyada evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuştu. Eşinin adı Helga, çocuklarının adları ise Cem ve Can idi. evlendikten sonra anne ve babasını kaybeden Cihan eşine ve çocuklarına sıkı sıkıya sarılarak hayata tutunmuştu. Kırk yaşına merdiven dayayan Cihan, ailesine sürekli köyünden bahseder onları da orada doğal hayatın içerisinde yaşatmaktan söz ederdi. O kadar güzel anlatırdı ki çocuklar bir an önce köye gitmek ister bunu bir heves edinirlerdi. Cihan'ın dede yadigarı toprakları vardı köyde, çok büyük arazileri olmasa da ekip biçerek yaşamlarını sağlayabilecekleri imkanı sağlayabilecek kadar vardı. Hatta yarısını köylüye bırakıp yarısını kendisi kullanmayı düşünüyordu. Dededen kalan evi tadilata sokup orayı da kendilerine göre dizayn edecekti. Bütün hayalini bu düşünceye göre kuruyordu. Her gün yeni kır evleri projesi araştırıyor en iyilerini seçiyordu. İşini gücünü bırakacak, birikimi olan parayı uzun süre rahat yaşayacakları şekilde sarf edecekti. Bütün hazırlıkları tamamladı ve yola çıkacakları zamanı ayarlamaya başladı. Bu çok uzun bir zaman almamalı idi.
         Üç ay sonra yol hazırlıkları tamamlandı, biletler alınıdı. Uçak biletleri alındı, yolluklar hazırlandı, eşyalar kargoya verildi lakin eşyalar kendileri köye ulaşıp yerleştikten sonra getirilecekti. Ailece hafta sonunu beklemeye başladılar.
Havaalanına geldiler. Uçak kalkışa hazırdı ve yerleşme işlemleri tamamlandıktan sonra uçak kalkışa geçti. İki buçuk saat sonra İstanbul'a indiler. Aktarmalı olarak gideceklerdi memleketlerine. Tekrar uçağa bindiler ve bir buçuk saat sonra Erzurum Havalimanına iniş yaptılar. Artık köye fazla bir zaman kalmamıştı. Önce Horasan'a gidecek oradan da köylerine geçeceklerdi. Horsan'a geldikten sonra köylerine gidecek vasıtayı beklemeye başladılar. Her saat kalkmazdı buradan vasıta bu nedenle akşamı beklemek zorundaydılar. İlçede biraz dolaştıktan sonra çorbacıda karınlarını doyurdular ve beklemeye başladılar.
          Köye gidecek araç kalkışa hazır halde yolcuları bekliyordu. Köylüler binmişler, eşyalarını yükletenler ise dışarıda hem sigara içiyor hem de malzemeleri yükletiyorlardı. Cihanın eşi ve çocukları da arabadaydı. Cihan şoför ile sohbete dalmıştı.
Cihan- Merhaba kadılar köyü ne kadar sürer buradan.
Şoför- Ağabey yarım saat kırk dakikaya varırız bir sorun olmaz ise. Sen kimlere gidersin. Kimlerdensin.
Cihan- Ben Hamza gildenim. Ahmetin oğluyum.
Şoför- Ooo sen Cihansın. Alamanyadaydınız. Bildim şimdi. Hoş geldin safa getirdin. Köyden de bayağı uzak kaldınız, iyi etmişsin.
          Yola koyuldular. Anadolu insanı sıcak kanlıdır, özellikle yabancı gördüler mi sıkı sıkı sohbete koyulur misafir etmek için hanelerini açarlar. Yol boyu sorgu sual dertleşerek devam ettiler. Fakat bir şeyler ters gidiyor gibiydi. Daha ilçeye iner inmez eski havanın olmadığını ve eskiyi hatırladığı gibi olmadığını anladı ama bunu da yol yorgunluğuna bağladı Cihan. Bu düşünceler ile köye geldiler. Cihan ve ailesini amcasının oğlu Burhan karşıladı. Burhan ile beraber eve geçtiler yol yorgunluğu nedeni ile hemen odalarına çekildiler, sabah bol bol sohbet edeceklerdi. 
Sabah erkenden herkes uyanarak sofraya geçtiler. Masa kurulmuştu ve masada bir tek kuş sütü eksikti. Cihan ve ailesi şaşkındı. Çünkü Cihan sürekli yer sofralarından, kerpiç evlerden, ineklerden, keçilerden, kuzulardan, tavuklardan kısaca çeşit çeşit hayvandan bahsederdi ama köyde hiçte dediği hayvanlardan, köy evler de dediği şekli ile görünmüyordu. Kısacası köye mi geldiler yoksa herhangi bir şehir evine mi anlayamadılar. Neyse ki sofra iyiydi.
          Cihan- Çok oldu be emmi oğlu özlemişim köy havasını. Şu doğal besinlerden alalım da kendimize gelelim. Arka bahçenin domateslerine doyum olmaz ha.
Ahmet- He ya emmi oğlu çok oldu görüşmeyeli, bir gittin pir gittin. Buralar çok değişti. Ohooo arka bahçe mi kaldı neredeyse kapalı havuz yaptıracağım oraya. Öğlene sana yeni yaptığımız barbekü et pişiririz, bizim eski arkadaşlara gideriz. Köye yeni cafe açıldı, oraya gider herkesi görürüz.
Cihan- Yahu Ahmet sen ne dersin? Ben köy hayatı diyorum sen bana barbekü diyorsun, cafe diyorsun. Bu arada domatesi ve diğerlerini nereden getiriyorsun madem bahçe yok? Hani tavukları, hayvanları göremedim Ahmet ne olmuş buralara?
          Ahmet- Cihan, sen çok eskilerde kalmışsın. O devirler geçti be kuzen. Köyde eskiler kalmadı, gençler hep büyük şehire gittiler. Kalanlarda yaşlılardan oluşuyor. Eee gençlerde yaz aylarında tatil amaçlı köye yer yapıyorlar. Şehiri gören geldiğinde bir parçasını getirdi buralara ve gördüğün küçük şehir oluştu. Yediklerimizden hiç birisi köyde üretilmiyor. İlçeden alıyoruz. Sofrada ne var ne yok market ürünü. Hayvanları sattılar, bahçe işleri kar getirmiyor diye bitti, devlet vergiler ile ve ucuz ürün alma politikaları ile belimizi büktü bu nedenle hepimiz babadan kalma gelirler ile geçiniyoruz. Kısacası et et olmaktan, süt süt olmaktan çıktı. Biz mal satalım diye şehre insek bir bakıyoruz ithal et piyasayı işgal etmiş. Tohum alalım domates ekelim diyoruz onda da İsrail tohumundan başkasını ekemiyoruz. Oda her sene yeniden alınıp ekilmek zorunda. Tarladan bostandan buğday, arpa ekelim satalım diyoruz hiper marketler ucuz yollu bağlıyor yada büyük firmalar kendi ürünlerini kendi tarlalarında yetiştiriyorlar ee bizden sudan ucuza alıyorlar malzeme parasını bile karşılamıyor. Tavuk, kaz, hindi desen kuş gribi ile telef etti geçtiler şimdi hepsi büyük mandıralarda çiftliklerde makinelerde üretiliyor. Bize de bir şey kalmadı be Cihan. Hadi kalk köyü gezelim. İçin açılsın biraz.
          Cihan- Ben şok oldum Ahmet. Bu nedir böyle. Ben nelerin hayali ile geldim buralara ve ilk günden şok oldum neredeyse. Yahu şu cafe dediğin yere gitmeden ötaçeye varalım orada akan ırmağın suyu iyi gelecek, çocukken iyi yüzerdik, çocuklar görsünler bari.
Ahmet- Hangi ırmaktan bahsedersin Cihan? Irmak mı kaldı. Yukarıda madenmiymiş, teleferik miymiş ne bileyim nükleer gibi bir şey dediler tam da açıklamadılar memleketi kalkındıracakmış, bizler de bu arazilerden bolca para kazanacağız diye topraklarımızın bir kısmını sattık ucuzdan yarın on, onbeş kat pahalısına satıp paralanacağız gerisinden. Bu nedenle su akmaz oradan kuraktır zaten tarlamızda yok çorak arazi oralar.
          Cihan- Yahu siz ne yaptınız? Buralar ürünü ile, hayvanı ile, suyu ile para eder bunlar olmadığı zaman sadece boş toprak ile boş arsa olur. O dediğin nükleer buralarda radyasyon yayar halkı telef eder, nasıl buna müsaade ettiniz be Ahmet. Kimse size bu konuda bilgi vermedi mi?
Ahmet- Yok be Cihan, kim bize ne bilgi verecek? Devlet baba iyisini bilir dedik. Firma sahipleri ile birlikte geldiler, bize uzun uzun anlattılar. Parayı da peşin peşin verdiler işte. O zaman bir kaç komünist geldiler eylem falan yaptılar kovaladık onları da. Hadi be kalkalım cafe'ye gidelim, köylüleri dinle biraz.
Cihan- Ahmet bari sen yapma cafe cafe deyip durma orası kahve yabancı isimler ile daha mı güzel oluyor sanki. 
          Bunun üzerine kahveye giderler ve köylüler ile sohbete dalarlar. Köylüler yeni maden arama ekibini geldiğini ve firmanın bol miktarda paralar ile yerlerini yurtlarını istediklerinden bahsederler. Çevre köylerinde satışa onay verdiklerinden bahseder ve buralarda artık hiç bir şeyin olmadığını, yaz aylarında tatil için deniz kenarına gideceklerini, şehirin her türlü daha iyi olacağını, hastaneden belediyeye kadar bir noktada rahatça ulaşılacağından ve en önemlisi bütün akrabaların bir birlerine yakın oturduklarından bahsetmekteydiler. İş olanaklarının çokluğunun cazip geldiği de dillerinde idi. Cihan dayanamaz konuşmaya girer.
          Cihan- Sizler ne yapmışsınız. Bizlerin canına can katan toprağı katillere teslim etmiş bütün can damarlarımızı kopartmışsınız. Doğallığı yok etmiş sonrada doğalı aramak için yapaylığa kaçar olmuşsunuz. Şehirde hastane var dersiniz, hastalıklar yapaylıktan artar bunu hesap etmemişsiniz, kendi imkanınız ile üretebildiğiniz besinlere fazlası ile para vererek temin eder olmuşsunuz sonrada bunun hoşluğundan bahse düşmüşsünüz, kendi elleriniz ile zararlı yapılara müsaade etmiş para kazanmış, bu kazandığınız para ile de hastalık mücadelesine gireceğinizi bilememişsiniz. Nükleerin etkilerini araştırmamış, sizi kurtarmak için kendilerini ortaya atanlara düşman olmuşsunuz. Önce köylülüğünüzü yitirmiş sonrada yabancılık çekeceğiniz şehirliliğe heves etmişsiniz. Dünyayı kurtaracak tek durum olan doğallığı kendi elleriniz ile devlet desteği ile bitirmişsiniz ve sizlere miras kalan her şeyi evlatlarınızdan çalmışsınız. Vay haline gelecek nesillerin.
          Bu konuşmanın ardından bir hafta daha köyde kalan Cihan köy hayallerinden vazgeçerek Almanya'ya temelli dönüş yapar. Köy hayalinin o güzelliği tamamen kaybolmuş, doğallığa dair ne var ise yitip gitmişti aklından. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı, biliyordu bunu. Mesleğine devam ederek çocuklarını tam bir şehirli gibi büyütmeye karar verdikten sonra ne bir doğallık aradı nede naturele dair bir besin maddesi. Cihan Almanya'ya döndüğü ilk gece ''Keşke hiç gitmeseydim de ata yadigarlarını bu şekilde görmeseydim.'' diyecekti eşine..
Yazar:Mitra

FAHİŞE
          Akşam sokağında günler sakin geçer sokaktaki insanlar fazla hareketliliği sevmezlerdi. Zaten genelde de orta yaşlıların oturduğu güzel bir sokaktı akşam sokağı. İzmir'in ışıltılı, deniz kokulu havasından daha farklı bir havayı teneffüs ediyordu adeta. Sokak sakinleri bir birlerini yakından tanır, fazla sohbet etmeselerde yabancıyı simasından anlayacak kadar bilirlerdi birbirlerini. Feride bu sokakta doğmuş, büyümüştü. 
          Feride'nin babası apartman görevlisi idi, genel tabir olarak kapıcılık yapar aile geçimini sağlardı. Annesi de evlere temizliğe gider ev geçimine katkıda bulunurdu. Sakin bir hayat yaşarlar bundan da gocunmazlardı. Bazen, her ailenin yaşadığı sıkıntılara düşerler maddi imkansızlık çekerlerdi ama o denli umursamazlardı. Zaten dört kişilik bir aile oldukları için de masrafları o kadar fazla olmazdı. Feride'nin kardeşi Osman, orta okul son sınıfta okuyor, okul dışında arkadaşları ile sokakta futbol maçı oynayarak zaman geçiriyordu. Dersler ile fazla ilgili değildi aslında ve geleceğe dairde pek bir düşünceye sahip değildi. Sıradan bir öğrenciydi. Feride Liseye yeni başlangıç yaparak okul hayatında bir kademe daha büyümüştü. O zamana kadar pek umurunda olmayan çevre şimdi daha fazla dikkatini çekmeye başlamıştı. Ne de olsa yaşı büyüdükçe çevresi de değişiyor yeni yeni arkadaşlar ile tanışıyordu. Okula başladıktan sonra sınıf arkadaşları arasına karışmış onların yaptıkları dikkatini çeker olmuştu. Ders aralarında bahçeye iniyorlar, sınıfta kalıp sohbetler ediyorlardı. Yeni edindiği arkadaşlarından Pınar, Feride ile daha yakın arkadaş olmuş ve sürekli beraber gezmeye başlamışlardı. Pınarda yoksul bir aileden geliyor ama durumu, takındığı tavırlar,giyim işle zengin kızları gibi davranmaya çalışıyordu. Feride'ye de sürekli bu durumdan yakınıyor zengin olmak istediğinden bahsediyordu. Ailesine kızıyor sürekli yoksulluklarını eleştiriyordu. Pınar'ın ailesi geçici işlerde çalışırlar ve sürekli işlerde bulunamazlardı. Bu nedenle çoğu zaman zor durumda kalırlardı. Çevreden de giyim kuşam konusunda yardımcı olanlar olması nedeni ile kıyafet sıkıntısından bir süreliğine kurtulmuş olurlardı. Bütün bunların yanında Pınar okul dışında çalışarak para kazanır bunu da kendi ihtiyaçları için harcardı.
          Dersler başlamış ve öğrencilerin üzerine ağır bir yük bindirilmişti. Öğretmenler çocukları sırası ile kaldırarak baba, annelerinin mesleklerini sonrada ileride ne olmak istediklerini sorarlardı. Pınar her defasında babasının serbest meslekte bulunduğunu annesinin ise ev hanımı olduğunu söylerdi. Oysa annesi de babası gibi gündelik işlerde çalışırdı. Gecekondu semtinde otururlardı ve bir yakınlarının vesilesi ile bu okula yakın ikamet gösterilerek kayıt yaptırılmıştı. Öğretmenler Feride'ye sorduklarında, Feride diğerleri gibi çekinmeye başlar ve anne babasının mesleklerini gizlerdi. Bunu daha evvel hiç yapmamıştı ama çevresel durumlar kendisini etkilemeye başlamış ve anne babasının mesleklerinden dolayı çevresinden itibar göremeyeceği korkusuna bürünmüştü. Derslerden çıktıklarında Pınar kendisini onaylar ve en iyisinin bu şekilde olacağından bahsederdi. Feride, ilk defa böyle bir duruma düştüğünden dolayı üzülüyor ve sıkıntı yapıyordu kendisine. Pınar, Ferideyi alarak okulun arka tarafına götürmüş ve rahatlaması için cebinden çıkardığı sigarayı ikram etmişti.
Pınar- Bak bu en kaliteli ve itibarlı sigaradır.Zenginler bunu içerler, yak bir tane rahatla.
Feride- Sen nasıl alıyorsun Pınar bunu? Parayı nereden buluyorsun?
Pınar- Kızım ben okuldan sonra çalışıyorum ve kazanıyorum. Kendi paramla sigaramı da alıyorum. Sen de ailenden izin al gel çalış benimle. Ailen sana isteklerini veremeyebilir ama sen kazanır isen giyimini kendin alırsın yada ihtiyacın olur ise karşılarsın. Ne diye arkadaşlarımızın yanında mahcup olalım ki. Hem kim bilecek çalıştığımızı.
          Feride- Ailem izin vermez Pınar nasıl olur ki? Hem sigara içmedim hiç korkuyorum.
Pınar- Bir yolunu buluruz, ben hallederim durumu. Hem çalışacağımız iş kötü bir iş değil, sende göreceksin, bu konuda bana güven. Sigaradan da korkma ilk seferde zorlanırsın ama sonradan alışınca güzel gelir. Hafta sonu da bara gideriz arkadaşlarla içeriz bak hayattan nasıl tat alacaksın. İstediğimiz zaman güzel kıyafetler alırız, gezeriz, monotonlaşan hayattan kurtuluruz.
Bu vesile ile Feride ilk sigarası ile beraber sigaraya alışır. Pınar, dediği gibi alttan girer üstten çıkar ve Feride'nin ailesini kandırır. Hafta sonları dersler için birlikte zaman geçireceklerine inandırırlar aileyi. Sorunları ortadan kaldırdıktan sonra Feride tekstil atölyesinde işe başlar Pınar ile birlikte çalışırlar. Hem okuluna devam ediyor hem de hafta sonlarını boş geçirmeyerek çalışıyor, para kazanıyordu. Bu hayat Feridenin hoşuna gitmişti. Çünkü çevresinde gördükleri ile parasızlık bir eziklikti ve ancak para kazanıp daha iyi giyindiği zaman eziklik ortadan kalkmış olacaktı.
Feride hal ve davranış olarak gün geçtikçe değişiyordu. Pınar ile barlara gidiyor, pahalı sigara kullanıyor, yeni kıyafetler alıyor ve bunları arkadaşının hediye ettiğini söylüyordu. Ailesi zaten hayatın çetin yollarında ekmek paramızı kazanalım derdine düşmüş sıradan hayatlarına devam ediyor kızlarından şüphelenmiyorlardı. Feride artık ailesine ve çevresine sürekli yalanlar söylüyordu.Bu nedenle her geçen gün daha kötü bir duruma geliyordu. 
          Pınar'ın erkek arkadaşı vardı ve biraz havadar çocuktu. Yaş olarak Pınardan büyüktü, hal tavır olarak para harcamayı sever, para bulmak için sürekli farklı yollara baş vururdu, kendisi gibi olan arkadaşını da Feride'ye ayarlayarak dörtlü takılmaya başladılar. Feride, çocuktan hoşlanmış ve aşık olmuştu, o kadar güveniyordu ki ne dese kabulleniyordu. Evlilik hayalleri bile kuruyordu ama oğlan bu düşüncelerden çok uzaktı. Dördünün de ortak noktası daha çok kazanç sağlayarak lüks hayata atılmaktı. Feride bu hayatın içerisinde okulu tamamen boşlamıştı ve aileye haber vermeden okulu ertelemekteydi, Pınar'da Feride ile beraber okul hayatını noktalamaya başlamış ve eve giden ihbar haberlerini beraberce ortadan kaldırır olmuşlardı. Okulun hiç bir cazibesi kalmamıştı. Hem ne anlamı vardı ki? Zaten yoksullardı ve okusalar da bu yoksulluktan kurtulamayacaklardı. 
Okul sonunda aileler durumu öğreniyor ve çocukları okuldan alıyorlardı. Bu durum daha fazla işlerine gelmiş ve çalışma hayatına atılmakla daha fazla kazanmaya başlamışlardı. Erkek arkadaşları yaptıkları işten vurgun yapınca paraları da beraber harcıyorlardı. Seneler geçer olmuştu ve Feride 17 Yaşına adım atmıştı. Atık eski Feride yoktu yerinde. Salınıp güzelleşen Feride olgunlaştıkça iş yerinde erkeklerin ilgisini çeker olmuş ve çalıştığı yerlerde tacizlere maruz kalmıştı. Pınar da arkadaşı ile aynı kaderi paylaşmakta idi ve nereye gitseler, nerede bulunsalar bu tacizlere uğramaktaydılar. 
O acı gün geldiği zaman, kader tersini bir anda gösterir olmuştu. Feride iş yerinde akşam saatine mesaiye kalacaktı, patronu öyle istemişti ve iş yeri boşaldıktan sonra baş başa çalışır olmuşlardı. Patron çalışır iken içeriz diye alkol almıştı. Feride bir baba gibi gördüğü patronundan şüphelenmeyecek kadar seviyordu. Feride'nin bu denli yakın yaklaşması ise patronu yanıltmış ve bir ilişki düşüncesine salmıştı. Alkol alındıkça patron daha fazla yanaşmaya çalışıyordu. Feride durumu anlamış ama iş işten geçmişti, patron durdurulamayacak kadar vahşileşmiş ve bir süre arbedenin ardından Feride'ye tecavüz etmişti. Feride'nin daha evvel sevgilisi ile ilişkisi olması nedeni ile bakire olmaması, patronu rahatlatmış ve zaten yolcusun sıkıntı olmaz demesine yol açmıştı. Feride ağlıyor, patron ise para ile susturmaya çalışıyordu.
          Patron- Bana bak zaten kız değilsin zaten, seni imkansız bırakmam parasız kalmazsın, ya bu duruma devam edersin yada seni rezil ederim. İyi düşün.
Feride ne yapacağını bilemez. Olayın üstünü kapatmaya çalışır. Erkek arkadaşı diğer arkadaşı ile beraber bir hırsızlık davası nedeni ile tutuklanır. Artık yoktur ve kızlara destek olan en büyük maddi kaynaklarda yoktur artık. Feride ve Pınar bir çok yere borçlanmaya başlamış, evlere de para götüremez olmuşlardı. Son moda takılıyor, en son ürünlerden muhakkak alıyorlardı. Erkek arkadaşlarının da olmayışı biraz daha serbest takılmalarına neden olmuştu. Masraflar arttıkça daha fazla para gerekiyor ve daha fazla para ihtiyacı sıkıntıyı artırıyordu. Borçların vadesi gelmiş kapıya dayanmıştı. Feride bir defadan bir şey olmaz yeter ki şu borçlardan kurtulalım derdine düşmüş ve eski patronun teklifini Pınara da anlatmıştı. İki kafadar bir kerelik ilişkiden zarar görmeyeceklerine karar vererek yola koyulmuşlardı. Eski patron kızları akşam alacağını evlere de bahane bulmaları gerektiğini izah etmişti. Her şey hazırdı ortam kuruldu ve o akşam dört erkek iki kız önce bara oradan da kenar otellerden birisine geçtiler. Kızlar ürkmesin ve rahat hareket etsinler diye uyuşturucu hap vermişlerdi. Sabaha kadar hayatın en rezil hallerinden birini yaşayan kızlar sabah otelden çıktıklarında artık eskiye dönemeyecek durumdaydılar. Uyuşturucu kendisine çeken bir madde idi ve çekiyordu. Uyuşturucu heves ettikleri alemin en son raddesi idi. Daha evvel de erkek arkadaşları vasıtası ile de esrar kullanmışlardı ama bu seferki farklıydı. Kızlar para ve uyuşturucu uğrunda sürekli bu alemi yaşar olmuşlardı. Evlere gitmiyorlar, sürekli barlarda geziyorlar ve alemlere dalıyorlardı. Daldıkları alemlerde dayak yiyor, aşağılanıyor, hor görülüyorlardı ama her şeye rağmen hayat devam ediyor ve bu hayata rağmen artık kopamıyorlardı çünkü bir sokaktan çıkıp bütün İzmir'e tanınmışlardı. Nereye gitseler kaşar orospulardı. Hayat acıydı ve bu acı hayat daha fazlası için çaba gösterenlere kötü sonunu sunuyordu. Pınar ve Feride ailelerden kopmuş, çocukları olmuştu, lakin çocuklara kendileri bakmak zorundaydılar çünkü babaları bile belli değildi. Vesikalarını aldılar artık hayat kadınlarıydı ikisi de. 
          Feride ve Pınar özentinin sonunu ağır bedeller ile ödediler ve kadın olmanın verdiği dezavantajında etkisi ile kolay yem oldular acı hayata. Kadınlar toplumda daima kullanılıp atılacak lokma gözü ile görülmekte ve gittikleri her işte neredeyse tacize maruz kalmaktadırlar. Üstüne hayatta görsel, sözel özendirmeler hayat karşısında daha zayıf olanları yakalar ve girdabına çeker. İşte asıl fahişe özendirici ve bu özendirdiklerini elde etme yolunda insana tuzaklar kuran hayatın kendisidir. Fahişe genç kızları zayıflığından kullananlardır ve fahişe sistemin ta kendisidir. Yokluk ise fahişeye hizmetkar olan en önemli noktadır. Fahişe beyinlerimizde oluşturulan sarf düşünceleri ve sarf düşüncelerden meydana gelen zaaflarımızdır. Feride ve Pınar ise bu yolda harcanan iki küçük noktadır...
Yazar:Mitra
KABADAYI
İstanbul'un kenar mahallelerine, köyden göç ederek gelmişti Cemal'in ailesi. Yeni geldikleri bu şehir, köye hiç benzemiyor, kültür olarak çok farklılıklar barındırıyordu. Aile yoksul mahallelerde diğer aileler ile kaynaşıyor ama çevreye açılamıyorlardı. Çünkü bu şehir, mahalle mahalle, ilçe ilçe farklılıklar barındırıyor ve her yerinde ayrı yapılar barındırıyordu. Kısacası küçük yerden gelenleri korkuya salacak kadar geniş bir yapısı bulunuyordu. Cemal, ailesi ile geldiği mahallede büyümüş ve mahalle dışına pek fazla çıkmamıştı. Lise çağlarına geldiğinde, mahalle dışındaki hayat ile tanışmaya başlamış ve yeni dostlar, ortamlar edinmişti. En sevdiği yer ise Beyoğlu'nun arka sokaklarında bulunan bitirim hane tabir edilen Dostlar Bilardo salonu idi. Arkadaşları ile sürekli burada toplanır kağıt oyunları oynarlardı. Bazen de burada toplandıktan sonra Tarlabaşı'na gider içki alemlerine dalarlardı. Cemal küçüklüğünden beri kavgacı yapıya sahip ve ortamında sözü geçen bir delikanlı idi. Bu özelliği nedeni ile de çevresinde yeni arkadaşlıklar edinmekte zorlanmıyor çabuk kaynaşıyordu. Her gittiği ortamda Kabadayılık üzerine sohbetlerde bulunuyor ve bir kabadayının nasıl olması gerektiğini kurguluyordu kafasında. Sürekli gittiği Dostlar Bilardosunun sahibi Kara Kadir, eski bitirimlerdendi. Uzun cezalardan sonra kendince kabuğuna çekilmiş, yer yapmış, eski dostları ile kendi mekanında toplanıp eski günleri yad ederlerdi. Kara Kadir, mekanına gelen bu yağız delikanlıyı severdi ve kendi gençliğine benzetirdi. Cemal'i kendi ortamına sokar ve sohbetlerde bulunmasına müsaade ederdi. Cemal, Kadir ağabeyinin yanında kabadayılığı öğrenir ve kendince bitirim takılmaya başlardı. 
Cemal zamanla çevrede çok güzel bir isim bırakmaya başladı. Kabadayı Cemal dendiği zaman bitirim aleminde tanınır, gariban dostu olarak anılırdı. Genç yaşında mangal gibi bir yüreğin sahibi idi. Liseyi okumamış, Kara Kadir ağabeyinin yanında çalışmış hem para kazanmış hem de çevre yapmıştı. Ailesine kazancından bir kısmını verir geri kalanını ise çevresine arkadaşlarına yada ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Artık lise çağları geçmiş koca delikanlı olmuştu. Askerlik çağı geldiği zaman hiç ertelemeden askere gitmiş ve geri geldiğinde bitirimhanede kaldığı yerden devam etmişti. Lakin işler değişmiş artık daha büyük oynamaya karar vermişti. Yeni edindiği arkadaşları vasıtası ile Beyoğlunun gece alemlerine dalar olmuş ve mekanlarda nam salmaya başlamıştı. Gittiği mekanlarda hesap ödemez ve gerektiği zaman mekan koruyuculuğu üstlenirdi. Gözü karalığı nedeni ile de mekancılar tarafından sevilir ve saygı uyandırırdı. İlk cezaevi hayatı ile o yaşlarda tanışan Cemal racon gereği bir defa hapis hayatını görerek eğitimini tamamlaması gerekirdi ve Beyoğlu'nda bir mekanda çıkan tartışmanın ardından tanınmış bitirimlerden Sarı Cavit'in iki adamını yaralayan Cemal, cezaevine girmiş ve içeride İstanbul'un tanınmış isimleri ile tanınmış ve kendince bir yer edinmişti. Gözü karalığı her yerde dikkat çeken Cemal, bir çok isimli tarafından kullanılmak istenen biri haline gelmişti. Lakin Cemal kimsenin gölgesi altında duramazdı, durmadı da. Tek tabanca alemlerde boy gösteriyor, üç dört kişinin arasına giriyor yara alıyor, yara veriyordu. Kanlı yükseliş Cemal'in ismini dilden dile yayıyordu.
Kabadayı Cemal sadece vurdu, kırdılar ile değil, çevresine yardımı ve mazlumun yanında oluşu ile de ismini yaymakta idi. Öğrendiği kadarı ile kabadayı, halkın arasında olan, çevresindekilere yardım eden, kötü düşünceli insanların karşısında duran, devlet ile iş birliği yapmayan, emniyet ispiyoncusu olmayan ve dik duruşu olanlardan olmalı idi, kendisi de bu uğurda can verecek kadar erdemliydi. Cemal bu özellikleri ile kabadayı camiasına da yayılmıştı ama büyüklerin kendisini bir tehlike olarak görmeye başlamasını sağlamaktan da geri durmamıştı. Bu alem Cemalin düşlerinde kurduğu, kuracağı bir alem değildi. Kim sivrilir ise harcanma konumuna yaklaşırdı. Ki birde arkanda sağlam dostların yok ise harcanman işten bile değildi. Acı son hazırlığı için aç kurtlar kendi aralarında toplanır ve kararı verirlerdi. Bir delikanlı, helede yoksul mahallelerde yetişen yoksul bir delikanlı nasıl olur da bu denli isim yapabilirdi?
Sarı Mustafa, Laz Hüsnü, Jilet Suat, Reis Hamdi, Racon Sedat, İstanbul'un önde gelenlerindendir.Bütün İstanbul piyasasını ellerinde bulundururlar, çok geniş kademelerde dostlara sahiptirler. Uyuşturucu, çalıntı mal alım satım, kaçak malzeme, kaçak sigara, beyaz kadın ticareti, gece alemleri, eğlence mekanları, arazi işleri, inşaat sektörü, silah satışı gibi akla gelebilecek yer altı bütün işleri yönlendirir kendi alt birimlerini kurarlardı. Harcanması gereken birisi olduğu zaman alt birimlerden birisini ele verirler kendileri İş adamı pozisyonunda gezerler. Zaten gittikleri her yerde beyefendi diye anılırlar, oluk oluk para harcarlar. Garip yiğit Cemal'in ismi kendilerine verilmişti ve gereken karar beklenmekteydi. Cemal'in en büyük hatası, yoksul mahallesine dadanan arazi mafyasının karşısında durup Arap Samet'i mahalle ortasında madara etmesiydi. Araziler boşaltılacak ve otel arazisi haline getirilecekti. Bütün işlemler hazırlanmış geriye sadece mahalleliyi sokağa atmak kalmıştı. Cemal edindiği deneyimlerden arazi mafyası ile uğraşamayacağını biliyordu ama bu kadar büyük bir gücü olacağını tahmin bile edemezdi. Delikanlılık her şeyden önce gelirdi Cemal için ve garibanlar için etini kopartıp yiyebilirdi. Sonunda karar verildi, Kabadayı Cemal'in kalemi kırıldı. Daha evvel bir çok defa emniyet işkencelerinden geçmiş lakin yılmamıştı bu nedenle iş emniyete bırakılmadan harcanmalıydı. İhale verildi ve çakallar ordusu hazırlandı. 
Kabadayı Cemal her zaman uğradığı dostlar bilardosunun önüne geldiğinde kendisini bir sürpriz bekliyordu. Dört araba dolusu leş kargası Cemali durdurdu ve silahlarını Cemale doğrulttular. Cemalin sözde delikanlı arkadaşları koşarak oradan uzaklaştılar. Etraf sessizdi, bir anda silah sesleri ile ortalık kıyamet alanına döndü. Cemal silahına davranana kadar yirmi kurşun yemiş ve yere serilmişti. Cemalin ağabeyi ve yol göstericisi olan Kara Kadir dükkandan çıkamadı bile. Yer kan gölüne dönmüş, yoksul delikanlı Cemal son nefesini veriyordu. Cemal delikanlılığı öğrenmiş ama çakallığın gücünü görmezden gelmiş, paraya pula önem vermemiş varsa yoksa dostluktan medet ummuştu. Lakin sahte kabadayılar sofrasında dostluklar meze olarak kullanılıyordu.
Cemal öldü, mahalleli dillere destan bir cenaze merasimi düzenleyerek son görevini yerine getirdi. Dillerden dillere dolaşan Cemalin ismi bir süre sonra anılmaz olmuş unutulmaya yüz tutmuştu. Kabadayılığı çığırtkanlık, derin dostluklar ile kurulan sahtekarlık, kalabalıklar halinde yapılan erkeklik, kirli işlerden rant kazanmak sananlar elinde gerçek yiğitler hiç bir zaman hak ettikleri değere ulaşamadılar. Oysa kabadayılık halk mücadelesinde yiğitliğini ortaya koymak olmalıydı. Cemal öldüğünden beride Kabadayılık sadece çakalların elinde yükselen değerler sanılmaya başlandı. Yeni yetme delikanlılar para kazanmayı her şey olarak görmekte ve para gücünün önünde el etek öperek garibana zulüm etmekte buldular kabadayılığı. İşte bu nedenle her ağzını şiddetle açana kabadayı denilmektedir bu memlekette.
Gerçek kabadayılar halkının yüreğinde taht kuranlardır. Halk mücadelesinde yer alan bütün yürekli delikanlılara selam olsun...
Yazar:Mitra
YOKSUL...
Hamo, yoksulluğu ile meşhur kenar mahallede ikamet etmekteydi. Mahalle diğer mahallelerden daha ayrıksı durmakta ve şehrin en yoksul insanlarını barındırmaktaydı. Mahalle insanı geçimini angarya işlerden sağlamaktadır. Hamallık, temizlik, inşaat ve beden gücü gerektiren bütün işlere dağılmaktaydılar. Bütün bunların dışında pis işlerinde kolaylıkla görüldüğü kenar mahalle denilen batakhaneleri içerisinde barındırmaktaydı. Gece işlerinde çalışan kadınlar, uyuşturucu satan torbacılar, hırsızlığa çıkan aileler, yan kesicilik ve kap kaç suçlarını işleyen topluluklar mahallenin büyük kesimini oluşturmaktaydı. Mahalledeki yoksulluğun had safhada oluşu nedeni ile ekmek davası adına her yol mübahtır mantığı güdülmekte idi. Kazanç sağlayanlar yok değildi. Kazançlarını sağlayanlar bir süre içerisinde iyi yaşıyor görünseler de cezaevi yollarında bütün kazançlarını fazlası ile yitirmekteydiler. Çünkü yoksulluk öyle bir beladır ki insanın yakasına yapıştı mı hiç bir şekilde kurtuluşu yoktur. 
Hamo bu mahallede doğmuş büyümüş ve bu mahallede gençliğini yitirmiştir. Ara ara arkadaşlarının telkini ile gayrı meşru yollardan kazanç sağlamaya çalışmış, uzun yıllarını cezaevlerinde geçirmiştir. Hamo yıllar yılı hayalini kurduğu iyi bir hayata kavuşamadığı gibi bir çok arkadaşını da bu uğurda kaybetmiştir. Gençlik heveslerinde özenilecek renkli ışıkların, kabadayılık yollarındaki imkanların ve bitirim hanelerin çekiciliğinin özendirici etkilerine kapılan gençler, kendilerine sunulan renkli yolların uğrunda harcanmakta, istemediği hayatlara sürüklenmektedir. Yoksulun mahallesinde imkansızlıktan başka ne olur ki? Aile büyükleri en ağır işlerde çalışırlar iken horlanır, sabit iş imkanı bulamaz veya geçici işlerde ömür törpüler iken çeşitli talihsizlikler neticesinde çalışamaz hale gelirlerdi. Bu haksızlıkların neticesinde gençler daha çocukluktan çıkarlarken isyan bayrağını ellerine alırlar ve düzene, insanlara isyan edeyim derken kendi hayatlarını yakar geçerler. İçlerinden çok azı şanslı olabilir ve bu örnekler dillerden dillere dolanır dururdu. Oysa örnek alınan kişi bile hayat çemberinde sürekli oradan oraya sürüklenmekteydi. 
-Devran ağbi vardı bu mahallelerde heyt be mahallenin girişinde narayı bir patlatırdı, mahalleli kaçacak delik arardı, sonunda en büyük kabadayılardan Bitirim Ahmet ağbinin yanına girdi cukka cepte, faça on numara, kızlarda çevresini sarmış of diyorum. Şu anda da Bitirim Ahmet ağbinin uğruna üç leşi var onun cezasını yatıyor. On numara ceza yatıyormuş. Duysanız Cezaevi elindedir...
-Fahri yolunu tutturmuş, yandan cebe koyardı, balyayı alırdı, kedi kafası gibi cukka cebine bile sığmaz, garibana da dağıtırdı, yolu değiştirdi uyuşturucuya girdi, iyi para vurdu, adamlara yanlış yapmış kıymışlar canına. Ah be Fahri yanlış yapmasaydın bir apartman paran olacaktı...
-Serpil abla çok güzel bir kızdı, bu mahallenin gülüydü, Kara Celalin de yavuklusu idi, bir gün Celal ağbiyi vurdular, Serpil ablam kaçtı mahalleden. Son duyuma göre Pavyona düşmüş, ailesi reddetti, mahalleye de gelmiyor ama kazancı güzelmiş diyorlar, yakında da assolist olur paraya para demez...
Mahalledeki hikayeler, dolandırıcılık, kapkaç, hırsızlık, dalavere, cinayet, gece alemleri masalları ile sürer gider ama hiç kimse biten bir ömrün hangi zorluklardan geçtiğini ve gecelerin sessizliğinde ne acılar yaşandığını bilmezler. Gece hayatı sinsice işler insan yüreğine ve bitirene kadar da kalmaz harabe yüreklerden. Yada bilirler zorlukları ama onlar başaramadı ben başarırım hayallerine dalmaktadırlar. Yoksulluk, hayal alemlerinin ana vatanı değil mi? 
Hamo bu zor aşamaları anasını kaybettiği gün itibari ile yaşamış ve mahallede etkin elemanlardan olmuştur. Lakin hayatın zor aşamalarına yoksulluğun dayanamayacağını acı bir şekilde öğrendikten sonra, kendisini hayatta kalabileceği kadar kazançla geçindirebilmek için angarya işlerdeçalışmıştır. Boyacılıktan, hamallığa kadar her türlü işte bulunmuş ve düzenli bir hayat olan işinden evine evinden işine gider olmuştur. Evlilik hayatı kurmak istediyse de kısmet bulamamış tek başına hayat mücadelesine atılmıştır. 
Bir gün mahalle arkadaşlarından Komünist Kazım'ın telkini ile dergiler okumaya, siyaset üzerine yorumlara bakmaya başlamıştır. Mahallenin durumunu en iyi anlatan konular ilgisini çekmiş ve yoksulluğun aslında sömürge düzeninin devamlılığı için gerekli olduğunu öğrenmiş, isyanını beyan edeceği farklı bir alanı keşfetmiştir. Bu mahalleler hem pis işler için gerekli hemde cehalete salındığı için yönetimlerin işine gelmekteydi. Sormazlar, sorgulamazlar, sadece hayatta kalma mücadelesi verirler. Sabah evden çıkarlar akşama kadar ekmek savaşına atılırlardı. Bu mahallelerden başka mahallelere imrenerek bakılır ve bir gün o mahallerde oturma hayalleri kurulurdu. Hamo içeride de öğrendiklerini dergideki yorumlar ile birleştirince, isyanın kendisine değil bu düzene karşı yapılması gerektiğine karar vererek adımını bu yolda atmaya karar verdi. İş saatleri dışında kahvede veya toplu bulunulan alkol masalarında arkadaşlarına yada mahalle sakinlerine durumu anlatmaya başladı.
Hamo -Arkadaşlar, yıllardır aynı sefaletin içerisindeyiz. Hastalıklarla, yokluklarla, çaresizliklerle savaş vermekteyiz. Durumu iyi olanların yanlarında köpek gibi işimizi yapmaya çalışmaktayız. Horlanıyoruz, itiliyoruz, kakılıyoruz. Mahallemizin delikanlıları olmayacak hayallerin peşinden koşturmakta ve bu yolda bitime gitmekteler, Bizler daha fazla yoksullaşalım diye ellerinden geleni yapmaktadırlar, özelleştirmeler ile varlıklıları daha varlıklı yaparlar iken bizleri daha fazla sömürecek kan emicileri yetiştiriyorlar. Özelleştirmeleri bizlere nimetmiş gibi sunuyorlar, oysa özelleşen kurumlarda bile sadece tekeller büyüyebilmekte, küçük esnaflar yok olmaktadır. Bu gün iş bulabiliyor isek buna da şükür diyoruz ama yarınlarda bu imkanlarımızda olmayacak. İçeriden bilirim, ezenler, eze bilenler hep varlıklılar olmuştur, bizler yoksullar, önümüze susalım diye kemik atılanlardan olmaktayız ve hiç bir zaman bu şaşaalı masallara ulaşamayacağız. Binlerce yoksuldan belki biri ikisi iyi konumlara gelebilir iken geri kalanı sadece kullan at modellerini oluşturmaktadır. Bu gidişe bir dur demenin zamanı gelmedi mi.
Mahalleli -Ne yapalım Hamo, bizler ne yapabiliriz ki? Siyasiler bile bizleri sadece seçimden seçime hatırlıyorlar, af edersin mahalleye Muhtar olan Necmi bile seçimlerden sonra suratımıza bakmaya tenezzül etmiyor. Bizler denide sadece kum tanesiyiz. Bu düzen böyle gelmiş böyle gider. Sen de çeneni fazla yormada işine gücüne bak. Komünist, komünist konuşup ta birde siyasetten başına iş alma.
Hamo -Arkadaşlar, bireysel zaten hiç bir şey başaramayız, siyasileri de ilahlaştıran bizler değil miyiz. Bizler sayesinde saltanat sürüyorlar ve bizlerden destek alana kadar bin bir türlü yalanlar ile bizleri kandırıyorlar. Dinimizi sömürüyorlar, düşüncelerimizi sömürüyorlar ve bizlerden aldıkları güçle şah oluyorlar. Çocuklarımız hastalıktan ölüyor yada sakat kalıyor, kardeşlerimiz yoksulluktan ne yapacağını şaşırıyor, kadınlarımız kızlarımız piyasaya düşüyor ve bütün bunlar bir oyun içerisinde sürdürülüyor, bizler ise düşünmediğimiz için sadece destek oluyor yada bilmeden muhalif oluyoruz. Nereye, kime gittiğimizi de bilmiyoruz körü körüne inanıyoruz. Yahu bizler savunduğumuz düşünceleri bile ne için savunduğumuzu bilmiyoruz ki?
Mahalleli -Hamo, sen o kadar anlatıyorsun da kendini neden kurtarmadın, senin kendine faydan yok ki mahalleliye ne yapabilirsin? Bak belediyeler çalışıyor, mahallenin ortasından geçen lağımı bile asvaltladılar da yola kavuştuk. Hükümet maaşlara da zam yaptı, hem daha ne yapsın hepimizin altını mı belesin teker teker. Yürü git kafamızı bulandırma.
Hamo -Yahu asvalt attı da babasının hayrına mı attı, atmak zorundalar o lağımdan kaç çocuk telef oldu, hem belediye çalışmadığı zaman nasıl çalacak yahu, parayı nereden götürecek. Hükümet maaşa zam yapmış? Kaçınız sigortalı çalışıyor? Kaçınız asgari ücrete tabisiniz? Zam yapıyor eyvallah ama ardından da hamudu ile götürüyor. Ülke kaosa sürükleniyor ve insanlar ölülerinde bile ayrışıyor, köylerimiz boşaltıldı atıldık şehirlere, bilmiyorlar mıydı bu kadar çaresiz kalacağımız, dışarıdan yeni yeni mülteciler getirilirt oldu, iş imkanları ellerimizden alınmaya başlandı, her geçen gün daha kötüye gidiyoruz. İşletmeler asgari ücreti bırak geçimlik parayı bile zor verir oldular. Sizler neyin derdindesiniz. Uyanmayacak mısınız? Devlet sizlere yardım ediyor diye şükür dualarına çıkıyorsunuz. Yahu devletler yoksulunu gözetmek zorunda zaten, ekmeksiz bıraksın da hepimiz ölelim mi? İşleri kim yapacak. Evet canımız kıymetli değil, ölümümüzün kimseye zararı yok hatta toplu ölsek bile kimsenin umurunda olmaz ama bizlerde lazımız bu devlete. Askere şehit gerek, yollara ucuz işçi gerek, olmadı seçimde oy verecek yoksul gerek. Bir de kalkmış sosyal yardımdan bahsediyorsunuz. Ulan iş kapılarımızı kapattılar ekmek verseler ne olacak ki?
Mahalleli -Hamo seni yoldan çıkartan aha bu Komünist Kazım değil mi zaten. Kaç arkadaşı eylemlerde öldü bunun seni nasıl koruyacak, yıllarca bu yollarda, ne yapabildi şimdiye kadar. Haklısınız belki ama bir şey gelmez elden. Devlete güç mü yeter? Hadi gidin, sakin kafamızı da fazla karıştırmayın.
Komünist Kazım -Bu yolda bir çok genç sadece sizlerin isteyemediğiniz hakkınızı aramak için ölüme koştular, hiç bir karşılık beklemediler, bağımsızlık ve özgürlük için kendilerini seve seve feda ettiler, adaletsizlikler olmasın diye direndiler ve o çocuklar bu günde olsa bütün nankörlüğünüze rağmen aynı yolda kendilerini fedaya hazır olurlardı. Yazık bari kötü düşünmeyin.
Hamo -Ceza evinde bir şey öğrendim arkadaşlar. Direnenler olmasaydı, saçlarımız sıfıra vurulmaya devam eder, bit dayağına tutulurduk. Tek tip kıyafet giyer, zengin etle ekmeğini götürür iken bizler bozuk yemeklere talim ederdik, hiç önemsemezsiniz voleybol oyununu bile oynamamıza müsaade etmezlerdi. Oysa bu uğurda bizden evvel gidenlerin bedenlerinin direnci karşısında bu nimetler sunulmak zorunda olunmuştur. Unutmayın dostlar Spartacüs Roma imparatorluğuna karşı başarılı olamadı, olamazdı da ama Köleliğin kalkmasında o ilk adımı atmış olması ardından gelenlere büyük cesaret vermiş ve söke söke almışlardır özgürlüklerini. İşte bu yüzden kanmayacak ve bizleri kandırmaya gelenlerin yüzlerine yalanlarını tokat gibi vuracağız, hem böylelikle bizlere de kolay kolay yalan söyleyemeyecekler. Yoksulluğumuz kaderimiz olabilir a dostlar ama yolunmuşluğumuzu kader olmaktan kurtarmak ta bizlerin ellerindedir. Mücadelemiz bu yolda olsun bari.
Der ve ortamdan ayrılırlar. Hamo gördüğü haksızlıklara dayanamayarak bu düzenin temelden bozuk olduğunu kavramış ve sitemini bu yolda kullanmaya başlamıştır. Mahallede kimse arkalarından gelmedi, gelmezlerdi de zaten. Ne zaman sıradan halk kendisini düşünenlerin yoluna hak verdi ki. Her daim kendilerini kullananlara kul oldular, yeri geldi kışkırtıcıların kışkırtmalarına boyun eğdi ve bu uğurda can aldılar. Oysa kendi haklarını almanın yolunu bulamadılar, kabullenemediler ve hiç bir zaman kendilerinden olana değer vermediler. İşte böyle devam eden düzen sonunda bir eylem esnasında Hamo'nun bedenine kanlı kurşunlarını saplamış, hayat yolundaki yoksulluğuna son noktayı koymuştur. Mahallede ise ''Yoksul doğdu, yoksul büyüdü ve yoksul öldü.'' diyerek anılmış, unutulmaya yüz tutmuştu.
Hamo bir yoksulluk hikayesi, Hamo yoksulluğa başkaldırışın simgesidir. Hamolar öldükçe doğar, doğdukça ölürler. Kıymetleri bilinmez ama büyük yürekleri daima yol gösterici olmaya devam eder. Hamolara ne Şeyh Bedrettin iken ne Pir Sultan iken, ne Deniz Gezmişken nede İbrahim Yoldaş iken değer verilmedi ki yoksul Hamo iken değer verilsin...
-Mitra-
UNUTULMUŞ MAHALLE
Güzel bir bahar havası yaşanıyor, ağaçlar yeşillerle donatılıyordu. Bahçeler rengarenk boyanmış, insanların bakışlarına bir huzur doluşmuştu. Mahalleye renk gelmesi ile birlikte altı kafadar da bir arada geçirecekleri zamanın artmasına seviniyorlardı. Kış aylarını sevmezlerdi. Çünkü kış demek soğuk demek ve soğuklarda hava daha erkekn kararıyor, eve daha erken girmeleri gerekiyordu. Ailelerden azar işitmemek gerektiğini hepside çok iyi biliyorlardı. Çocuktan bu yana hepside aynı mahallede birer kardeş gibi büyümüşlerdi. Yıllar yılları kovaladı ve sonunda lise çağlarına geldiler. Her biri farklı liselere devam etmekteydiler. Ailelerinin durum ve isteklerine göre adım atma zorunluluğu nedeni ile liseye kadar beraber okumalarına rağmen lise çağlarında farklı yollara sapmak zorunda kaldılar.
Abdullah; Türk ve Sünni bir aileden geliyordu, mutaassıp aile de yetiştiği için ailesi dini eğitim almasını ve bu yolda ilerlemesini istiyordu. Abdullah bu nedenle lise eğitimini İmam Hatip Lisesinde devam ettirecekti.
Said; Kürt ve Mutaassıp bir ailenin çocuğu idi. Ailesi dindar olmasının yanı sıra maddi durumlarının iyi olması nedeni ile okulunu cemaate bağlı özel okulda devam etmesini istiyordu. Bu nedenle dini bir kolejde devam edecekti eğitimine.
Anuş; Ermeni bir aileden geliyordu, aile Ermeni olduğu için kızlarını Türk okullarında değil Ermeni lisesinde okutmak istiyordu. Anuş eğitimine bu nedenle Ermeni lisesinde devam edecekti.
Önder; Karadenizli bir aileden geliyor ve aslı Gürcü idi. Aile Türk gelenek ve görenekleri ile yetiştirdikleri evlatlarını Askeri lisede okutmak istiyorlardı. Çocukları asker olacak ve geleceğini de garanti altına alacaktı. Önder askeri okula yazıldı, eğitimini bu yolda devam ettirecekti.
Haydar; Alevi bir Türk aileden gelmekteydi. Ailesi okusun büyük adam olsun diyerek, maddi imkanları da el vermediği için düz liseye yazdırmışlardı Haydar'ı. Haydar mahalledeki lisede eğitimine devam edecekti.
Özgür; Alevi bir Kürt aileden gelmekteydi. Ailesi iyi okumaz, derslerden de kötü diyerek Özgür'ü meslek lisesine yollamak istedi. Meslek lisesine yazılan Özgür mesleki eğitim alarak devam edecekti eğitimine.
Altı arkadaş yıllarca bir birlerinin ne olduklarını umursamadan, aralarındaki farklılıkları gözetmeden, kardeş gibi büyüdüler. Bu yıl liseye de gitmek istemiyorlar çünkü her biri bir tarafa dağılacaktı. Hiç bir şeyi umursamadan arkadaşlıklarını en saf hali ile devam ettirmekteydiler. Aralarında çak fazla bir fark olmamakla birlikte Ramazan aylarında oruç tutanlar, tutmayanlar oluyordu. Kimisinin ailesi Camiye giderken Anuş'un ailesi Kilisede, Özgür'ün ailesi ise Cem evinde ibadetini görüyordu. Haydar ise ibadeti hiç bilmez yalnızca büyüklerinden Hz. Ali hikayeleri dinlerdi. Zaten hiç birisi anlamazdı bu ibadetlerden, sadece ailelerinden gördükleri dahilinde konuşur dururlardı. İbadetlerin dışında en büyük farklılıkları, her birinin ayrı memleketlerden olması idi ki memleketlerini de o kadar iyi bilmemekteydiler. Kendi aralarında bilmedikleri bu farklılıklar umurlarında bile değildi. Okuldan birlikte kaçar, beraber futbol oynar, hep birlikte meyve ağaçlarına dalarlardı. Aralarında sadece Anuş'a inisiyatif gösterirlerdi. Çünkü Anuş içlerindeki tek kızdı ama Anuş'u kız olarak görmemekteydiler. Ta ki Abdullah, Anuş'u bir kız gibi görene dek.
Lise çağları aşk yıllarıdır. Saf sevgiler doğar insanın yüreğinde ve masumane bakışlar ile şiirsel sözler ile aşlar ilan edilir aralarda. Abdullah Anuş'a bu saf sevgiyi duymaya başlamış, arkadaşlar arasında da bunu dile getirmişti. Hepsi bu olayı sevinç ile karşılamış ve onaylamışlardı. Artık arkadaşlar arasında evli çift var muamelesi ile dostluklarını devam ettiriyorlardı. Birini parası hepsinin parası, birinin imkanı her birinin imkanı idi. Okullar açılana kadar her anlarını öyle güzel geçirdiler ki bir tatil dönemini yıllara sığdırdılar. 
Okullar açıldı, güz dönemi ile beraber arkadaşların yolları da yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Zaten böyle olmaz mı derin ayrılıklar. Önce ara ara görüşmeye başlarsın, sonra birden bıçak gibi kesilir görüşmeler ve sonunda bir birinden çok uzaklarda iki dost kalır o da hatıra düşer ise. Bizim arkadaşlar bilmiyorlar tabii ki bu durumu. Düşünecek pek bir deneyimleri de yoktu zaten. Lise eğitimlerinde farklı ailelerden gelen bir çok arkadaşla karşılaştılar ve o zamana kadar öğrendikleri basit düşünceler keskinleşmeye başladı. Ailelerden ufak tefek duydukları önemsiz saydıkları konular okullarda daha yoğun düşüncelere maruz kalmış arkadaşlar eli ile keskinleşmeye başlamaktaydı. 
Abdullah, okulda daha bir bağnaz bilgiler almaya başlamış, oruca, namaza, ibadete ağırlık vermişti. Aile si bu zamana kadar bu kadar baskılı yetiştirmese artık tam manası ile dine yönelmesini de istemekteydiler.
Sait, cemaat okulunda hem İslamı yoğun olarak yaşamakta hem de kendi öz geçmişine yoğunlaşmaktaydı. İlk defa geçmişin acı yüzü gün yüzüne çıkmakta ve tarihi bilgiler ile devlete sırt dönmekteydi. Çünkü geçmiş sadece acı dolu idi. Lakin daha ılımlı olan ve imkanlarının da iyi olmasından aile tarafından sakin yetiştirilmekteydi. Okulunda da gördüğü eğitim ile ileride iyi bir yerlere geleceğini biliyordu.
Anuş, okula devam eder iken ilk defa kendi soyunu bu kadar derinlemesine tanıyor ve geçmişin küllerini eşeliyordu. Geçmiş tarihle yüzleştikçe bir yandan da nefreti de artıyordu. Ermeni idi ve mahallesinde bu tür söylemler ile karşılaşmamıştı.
Önder, askeri okulda tarihi konuları alıyor ve şanlı tarihi ile gurur duyuyordu. Her geçen gün Türkün Türkten başka dostu yok düşüncelerine dalıyordu. Aileden de Gürcülüğü öğrenmediği için önemsemiyor, daha doğrusu bilmiyordu.
Haydar, okulda eğitimine devam eder iken kendi ailelerinden duyduklarını burada daha farklı öğreniyordu. Hiç kendi aslına değinen bir konu ile karşılaşmıyor bu duruma da şaşıyordu. Din derslerinde bile ailesinin anlattıklarından başka durumlar ile karşılaşıyordu.
Özgür, Mesleki eğitimini alır iken ilk defa başka konularda kendisini geliştiriyor ama genel kanaatte hiç bir işe yaramadıklarını, sadece ara eleman olarak ilerleyebileceklerini görüyor, bu duruma içleniyordu. Eğitimi de yüzeysel almakta pek fazla bir şey öğrenemiyordu. En önemlisi de düşünecek hiç bir şey yoktu.
Bu çocuklar, bu yaşa kadar hiç bir farklılık görmemişler ve kardeşliklerini bozmamışlardı. Lakin yeni dönem bir üst seviyede öğretim sunar iken diğer taraftan da ayrıksılıklarını ortaya koymaktaydı. Ailelerin tutumundaki bilinçli değişimle de çocuklar bir birlerinden uzaklaşmaya yada kutuplaşmaya başlamışlardı. Aşk gibi yüce bir duygunun ağırlığında ezilen Anuş ve Abdullah artık bir birlerine eskisi gibi bakamıyorlar, aşkı zihinlerinin karanlığına gömmeye başlıyorlardı. Felaket sadece okullarından gelmiyordu. Aynı hafta haberlerde de farklı konular işlenmekte ve düşünsel ayrılıkları tetiklemekteydi.
''İyi akşamlar sayın seyirciler, Doğu Anadolu'da olan karışıklıklar nedeni ile...'' Diye başlayan haberler. ''Ermeni diasporası...'' Diye devam eden haberler. ''Dersim katliammı, değil mi?...'' Diye sürdürülen haberler. Toplumu ister istemez ayrıştırmaya yetiyordu. Bütün haberler bir yerlerde bir şeyler oluyor diyerek başlıyor ama neden bir yerlerde bu durumlar yaşanıyor demiyordu, denmezdi, denmeyecekti.
Aileler de izledikleri haberlerde, kendi çevrelerinde sohbetlerde edindikleri tavır ile çocuklara baskı yapıyorlardı. ''Bir daha onunla, onlarla görüşmeyeceksin, bizler kendi soyumuza ihanet edemeyiz, onlar bizden değil, ötekiler ile arkadaşlık yapılmaz, dinimiz bunu emreder...'' Söylemleri ile çocukların beyinlerini yıkamaya başlamışlar ve her birini diğerinden ayırmışlardı.
Ne oldu? Her şey çok güzeldi, birlik vardı, kardeşlik vardı, hani bir ömür dostluk vardı arada, hani aşk, evlilik? Bu çocuklar bu zamana kadar farklı değiller miydi? Oysa baskılar olmasa idi birini diğerinden kim ayırabilirdi ki?
Derin ayrılıkların ardından bir birlerinden kopan çocuklar, mahalle baskıları neticesinde her biri farklı mahallelere taşınmak zorunda kaldılar. Aradan yıllar geçti ve bir daha birbirlerinden haber alamadılar. Bir kardeşlik serüveni de dış etkenlerden dolayı son buldu.Geçmişteki kardeşler yıllar sonra bir biri için Yobaz, Dinsiz, Ermeni dölü, Kürt bölücü, Türk ırkçısı,Soysuz olmuşlardı... Oysa Irkları ve Dinleri tanımadan evvel her şeyleri aynı idi. Onları ayıran sadece dışarıdan söylenen saçamlıklarla dolu sözlerdi. Hiç birisi soramadı. Bizi ayrıştırmak kimlerin menfaatineydi diye. Çünkü sormak kadar tehlikeli bir durum yoktu bu hayatta...
Değerli dostlarım Irk ve Din ayrılıkların yaşanmayacağı güzel zamanlara dileklerimle hepinizi canı gönülden selamlıyorum. Saygılarımla...
Yazar:Mitra
CEZA EVİNDE BİR GECE
Kavga esnasında alınmıştım. Emniyete gider iken bırakılacağıma o kadar güveniyordum ki, ''sadece bir kavga, ne olacak'' diyordum. Emniyette bir şahsın yaralandığını ve mahkemeye çıkarılacağımı öğrenince şok olmuştum. Yine bir umut kapısı, mahkeme serbest bırakır düşünceleri sarmıştı beni. Lakin sabaha kadar karakolda zaman geçer mi? Geçmez tabii ki. 
-Duvar bana bakıyor ben duvara, arada bir başka arkadaşlar geliyor sohbet etme imkanı buluyoruz da, gecesi zordur buranın, ne çay veriyorlar, ne de sigara. Oooof bunaldım iyiden iyiye. Düşünceler beynimi kemiriyor, hemen mahkemeye çıksam da tahliye edilsem.
Ne o gece olur, nede sabah. Zordur karakolda geçen zaman. Lavabo ihtiyacını izinle giderirsin, suyu izinle içersin ve bütün bunları da karakol görevlisinin keyfi yerinde olur da izin verirse ancak uygulayabilirsin. Hele birde sigara kullanıyor isen hepten yandın. Zaman geçmek bilmiyor, dakikalar durur ve heyecanla bekleyiş başlar. Bu arada saat gece yarısına yaklaşmıştır. Uyku bastırır, yastık niyetine ya ayakkabını kullanırsın yada üzerindeki kıyafetlerinden birisini.
-Uyuyamıyorum. Keşke bu gün hiç çıkmasaydım evden. Acaba ne olacak. İlla ki bırakacaklar ama neden bunca saat burada bekleme sıkıntısına sokuldum ki? Neyse bu kadar sıkıntıdan bir şey olmaz yat rahat rahat ve mahkeme salonundan yolunu al. Uyumalıyım, bu uykusuzluk ile gün geçmez.
Sabah olur, hazırlık aşaması bitirilene kadar bekletiliyoruz, süre hiç hızlandırılmaz. Nedense akşam sefasına kadar beklenmek zorunda olunur. Sonunda toplu olarak diğer kafeslerden tutuklular da toplanır ve adliyenin yolu tutulur. Yolda sohbet edilir iken aslında kimse sohbetle ilgilenmez. Sadece mahkeme sonucu boğar düşünceleri. Adliye'ye gelinir. Sıraya sokulur dosyalar ve sırası ile çağırılırlar. İşin en kötü tarafı da nöbetçi mahkemeler dosyalar ile fazlada ilgilenmezler. Polis üst yazısına dayanarak tevkif yada tahliye kararı verirler. 
-Sıra bende, oh çok şükür ki tahliye olacağım ve gece boyu yaşadığım sıkıntılar son bulacak. Allah'ım sen biliyorsun adaletsizliğe hüküm vermezsin. Hadi Bismillah diyelim.
İçeri alınıyoruz, hakim en ciddi hali ile dosyayı inceliyor ve kararı veriyor. Başlıyor dudaklarından sihirli kelimeler dökülmeye. ''Türk Ceza Kanunun bilmem kaçıncı maddesinin, bilmem kaçıncı bendinin, bilmem kaçıncı fırkası uyarınca...'' Diyor ve sonu her zaman olduğu gibi anlaşılmıyor. Bu gibi durumlarda polislere sormak daha net bir yanıt almanızı sağlıyor.
-Sorduğuma, soracağıma bin pişman oldum. Nasıl oldu da tevkif edilmeme karar verildi? Sadece bir kavga idi ve sanırım biraz ileri gittik, kemik kırılması olmuş ve kendi aptallığımdan dolayı sonunda tutuklattırdım kendimi. Suçluyum evet ve cezamı çekmeliyim. Yine de masumum yani bilinçli bir şey yapmadım ki. O da zorlamasaydı, biliyordu kavganın çıkacağını.
Sonunda hapishane yolu tutulur. Polis arkadaşlar son anlarda gayet ılımandırlar ve hesap sizden olmak kaydı ile bir yerde oturup dışarıda son defa yiyebileceğiniz bir yemek imkanı sunabilirler. Tabii ki bu sadece bir kaç kişi olduğunuzda yada karakoldan gittiğinizde olur. Çünkü Emniyetten gidişler bu kadar esneklik ile gerçekleştirilemez. Yemek için bir kebapçıya geçtik, Gerekli olabilecek sigara gibi malzemeleri de temin ederek ceza evi yolunu tuttuk. İçeri ilk girişte asker aramasından ardından da personel aramasından geçerek kayıt işlemleri tamamlandı. Kapı altı denilen yerde oturmaya ve kaderimin tayin ettiği sonumu beklemeye başladım. Sonunu bilememek ne kadar gariptir.
-Lanet olsun, kör karanlıkta gibiyim. Her yer üstüme üstüme geliyor. Tanımadığım bir ortam, kör karanlıkta gibiyim. Neyse ki burası o kadar ürkütücü gelmiyor. Koğuşlar nasıl acaba? Allah sonumu hayır etsin. Ama neden bunca zulüm, acı, keder, göz yaşı hep mazlumlara olur da Allah buna müsaade eder?
Dağıtım için diğer gelenler ile birlikte listelere alınır ve koğuşlara dağıtılırsınız. Beni sanırım 3. Koğuşa gönderiyorlar. Yola çıktık ve teker teker dağıtıma başladık. İnsan bu yolda hep düşünür keşke bir önceki yerde kalsaydım diye ama nafile. Bir defa yola çıktın mı geri dönüşün olmuyor. Koğuşların önünden geçer iken insanı öyle karmaşık düşünceler alıyor ki? Bir dakika bir gün gibi geçer mi insan ömründe? Geçiyor işte.
-Nereye düştüm ben? Nasıl bir yer burası? Bu insanlar ne kadar gaddar görünüşlü. Her biri insan azmanı gibi. Yüzlerinden cellatlık okunuyor. Ben bunların içerisinde nasıl yaşayabilirim? Korkuyorum çok korkuyorum.
İçeriye girersin ve bambaşka bir dünyaya merhaba dersin. Hiç kimse tanıdık değil ve korku ile bütünleşen düşüncelerin insanların sana farklı görünmesine yol açar. İçeriye girdiğin an kurallar serisi çıkar karşına kimse ile konuşamazsın, çekilir sadece köşede gösterilen bir yerde içeriye girene kadar beklersin. İçeride ilk olarak heyet denilen koğuş yönetimleri tarafından sorgulanır ve kuralları dinlersin. Dışarıda kuralsız yaşayanlar burada kurallara bağlı kalırlar. Adeta korku imparatorluğunun içerisindesin. Her biri ayrı ayrı suçlardan toplanmış, suç dünyası dışarıdan izole edilmesi gereken insanlar ile dolu ve burada çilelerini doldurmaktadırlar. Toplum bunu canı gönülden istemekte ve devlet yasalarını geçerli kılmak için uygulamaktadır. 
-Tanrı bu kadar basit mi düşünüyor acaba? Neden ceza evlerine gerek var bence suçları kendisi çözümleseydi ya. Böylelikle buralara gerek kalır mıydı? Ne kadar basit düşünüyoruz? Kim çok acı çeker ise o daha sevilen kul'muş? Bırak yahu acı ile iyi olma arasında nasıl bir bağlantı kurabiliriz ki? Lanet olası bana reva gördüğü bu durumu benden daha kötülere görüyor mu acaba?
İçeride en çok haberler izlenir. Gündem en son hali ile takip edilir, bunun yanı sıra içeride din çok revaçtadır. Öyle revaçtadır ki, Allah'ı kandıranları dışarıda net olarak göremeye bilirsiniz ama içeride günün 24 saati bir arada geçince, insanların tanrısal düşüncelerindeki saçmalıklarını ve tanrısallığın sadece darda bir tutunma dalı olduğunu gayet açık görebilirsiniz. İçeride ayrıca günler rutin bir halde geçer. İnsanlar gazete okur, bulmaca çözer, dini ibadetini gerçekleştirir, spor yapar, kitap okur, haberleri seyreder yada dışarıda yaptıkları, yapacakları, yapmak isteyipte başaramadıkları hayalleri konuşur dururlar. Gerçeklerden daha uzak hayali bir dünyanın içerisidir burası. Adli koğuşlar özellikle Mafia sistemine dayalı düşünceler ile yönetilir ve özenilen bir durumdur. Racon en geçerli kanun sistemidir ki bütün yaptırımlardan daha etkilidir. Racon dışı davrananlar en ağır cezalara çarptırılırlar. Çünkü racon bozulur ise düzen bozulur. Fakat başı bozuk olan düzenin sonunu düz göstersen neye yarar ki. İçeride ispiyon en ağır suçtur ama bu suçun işlenmediği yerde yoktur ne yazık ki. Her yerde olduğu gibi çok dürüst olur iseniz burada da kandırılan saf inançlılar gibi kandırılırsınız. Hani derler ya kabadayı alemi diye, işte bu tamamen yalan bir sözdür. Emniyet ile yada destekli bürokratlar ile çalışmayanlar genelde delikanlıca vurulup ölenlerdir. Her şey öğrenilir, haber saatine geçilir. Haberlerde savaşlar, yolsuzluklar, dolandırıcılıklar ve ne kadar ahlak dışı haber var ise geçer. Geçer de kafayı kurcalar da geçer. Sonra insan eğer gerçek anlamda sorgulamaya başlar ise dalar düşüncelere de bir türlü bulamaz çıkmazdaki yolunu.
-Düşünüyorum da düzen baştan bozulmuş. Şuradaki katil Hamit, bir kişi hanesine saldırdı diye öldürmüş, almış 24 yılı boynuna. Düşünüyorum da ya toplu katliamlar yapanlar, savaş çıkartanlar, petroller için halkını satanlar, elmas için uşak olanlar ve diğer ırki, dini sevdalardan insana kıyanlar neden ceza verilmiyor? Bir tek bu mu? Ya şuradakine ne denir? Dolandırıcı İhsan, 300 tl dolandırmış. Suçu sabit ve cezası 5 sene. Düşünüyorum da türlü türlü duygular ile dolandıran devlet destekli kurumlar milyon dolarları dolandırıyorlar da nedense bir gün ceza almıyorlar üstüne bir de plaket ile ödüllendiriliyorlar. Şuradaki adam ise Kadir, parasız kalmış yan kesicilik yapmış, gerçi iş sorunu nedeni ile yolsuz kaldığından alışkanlık haline getirmiş ama ya piyasada bir imza ile trilyonları kursağından geçirenlere beyefendi, hanımefendi denir iken buna neden yan kesici diyoruz bunu anlamış değilim. Garip Suat kardeş, sokaklarda büyümüş, ekmeksiz kalmış, orada burada hırsızlık yapmış, toplamda 20 yıl ile cezalandırılmış. Bu adamları savunanlara bile çantalı hırsızlar denir iken bunca suçun yükü sadece buradakiler mi diye de düşünmeden geçemiyorum. İçerisi suçlu dolu da dışarılar ak paklar ile mi yönlendiriliyor? 
Bu düşünceler ile gece yaklaşır, mahkumlar yeni gelenin etrafını sarar ve düşünmeye fırsat vermeden konuşurlar, konuşurlar. Aslında insanın kendisini boğmasına fırsat vermedikleri içinde iyi bir şey yaparlar kendilerini rahatlatmak adına. Oysa ne çok dertleri var, sorsan bin ah ile çıkarlar karşınıza. Lakin tek merakları senin suçundur, dışarıda ne var ne yoktur. Ve sonunda gece yat saati gelir, gün yorucu geçmiştir. Yeni bir gün için yatmak gerekmektedir artık. Yeni gelene uyku tutar mı peki?
-Ailem ne yapıyor acaba? Neden bu duruma düştüm? Gün geçer mi burada? Yıllar nasıl geçiyor? İnsanlar nasıl yaşarlar dört duvar arasında? Ben ne yaptım? Kendi elimle kendimi lanet bir yere kapattırdım. Keşke hiç çıkmasaydım evden ve herkes gibi kendi halimde olabilseydim. Oooff ben ne yaptım? İyisi mi kalkıp bir sigara daha içeyim. 
İnsan düşünür gün geçer mi diye ama bir bakarsın ki yılları devirmişsin. Hep bir mucize beklersin ama o mucize sen çıkana kadar gelmez. Alışırsın, alışırsın, sonunda dışarıyı unutur içerde doğmuş, büyümüş ve burada ölecekmişsin gibi bir his kaplar dört tarafını. O zaman anlarsın ki burada korkacağın bir şey yok. Karınca misali yuvan belli, işin belli. Ölmek istersin günde üç, dört defa da bir türlü olmaz beklediğin.
Değerli dostlarım, bir günlük mahpusluğu, bir mahkumun gözünden değerlendirerek sistemi eleştirmeye çalıştım. Umarım sıkılmadan okumuşsunuzdur. Mahpusluğun sizlerden uzak olması dileği ile hepinizi canı gönülden selamlıyorum. Saygılarımla...
''Bir gün gelecek, bir gün kalacak...''
yazar:mitra